ZAMAN GEÇMEYE MAHKUMDÜR.
   
  Toplamımdan ve çıkarmamdan arta kalan BEN
  Tarih Yazılarımm.
 
Türkiye’de her üç kişiden beşi şairdir.                                                                                                                     (Aziz Nesin)
Tarih Anlayışı ve Tarihçiler
Tarih;  Geçmişte yaşamış insan topluluklarının birbirleriyle olan ilişkilerini, savaş ve barışlarını, kültürlerini, medeniyetlerini, sosyo – ekonomik yapılarını belgelere dayanarak, yer ve zaman göstererek, sebep – sonuç ilişkisi içerisinde inceleyen ve objektif olarak açıklayan bir bilimdir.

Yazıya tarihin tanımı ile başlamamın nedeni günümüzdeki tarih anlayışı ve onun etkileri ile ilgilidir. Maalesef bir tarih kitabı okuyan her kimse tarih hakkında yorum yapmaya ve ahkam kesmeye başlıyor. Ülkenin önemli meselelerinde bile tarihçilerden ziyade gazetelerin köşe yazarlarının görüşü daha önemli görülmüştür. Ya da çekilen herhangi bir dizi veya filmde yararlanılan bir tarihçiye rastlayamazsınız.

Oysa tarih bir bilimdir. Herhangi tarihsel bir konu hakkında bahsederken belgelere başvurmanız ve kullandığınız kaynakları yazmanız gerekir. Çünkü tarih bilimi birçok farklı bilimden(arkeoloji,nümizmatik,ekonomi…) yararlanan,belge araştırması yapan çok yönlü bir bilim dalıdır. Belgelere dayanmadan yapılan tarihçilik ve yorumlar gelecekte çok büyük tehlikelerin ortaya çıkmasına neden olabilir.

Tarih toplumların,kültürlerin,kişilerin kaynaşmasında önemli rol oynayan bir bilimdir. Eğer öteki-ni sürekli aşağılarsanız,saygı göstermezseniz ve bunu tarihe dayanarak yaparsanız;karşınızdakinden de saygı beklemeniz biraz hayalcilik olur. Eğer ciddi tartışma ortamları oluşturulursa ve belgeler karşılıklı olarak sunulursa sanırım karşımızdakini anlamak ve kendimizi anlatmak çok daha kolay olacaktır. Ama kitaplara sürekli karşıdakini kötülersek durun içinden çıkılmaz bir hal alır. Örneğin geçen yıllarda yayımlanan bir kitapta ‘düşmanlarımız bize karşı haince tuzaklar kuruyorlardı’    cümlesi geçiyordu.Eee ne var bunda çok normal  ve doğru bir cümle diyebilirsiniz. Ama biraz daha yakından bakıldığında ötekine karşı bir düşmanlık beslendiğini göreceksiniz. Nasıl mı? Bakınız herhangi bir savaşın içinde olduğunuzda,savatçığınız insanların size tuzaklar kurması çok normaldir. Sanırım  savaşılan taraf kurduğu tuzaklar hakkında gelip size bilgi vermeyecektir. Kaldı ki savaş tuzakları anlatılırken Türklerin sürekli kullandığı Turan Taktiğinden büyük bir övgü ile bahsedilir. Sonuçta Turan Taktiği de savaşta kullanılan bir çeşit tuzaktır. Sahte bir geri çekilme ve düşmanı yok etme mantığı üzerine kurulmuş bir taktiktir. Böyle devam ettiği sürece Tarih bilimi  ve tarih dersi öğrencilerin hikaye dediği ve derslerde uyumaya başladıkları bir ders olmaya devam edecektir.

Yazının başlığına Aziz Nesin’in bir sözünü ekledim. Diyebilirsiniz bu sözün tarihle ne gibi bir ilgisi var. Sanırım ülkemizde her üç kişiden beşi tarihçi olmaya başladı. Ve bu durum hem benim işimi zorlaştırıyor hem de diğer meslektaşlarımın.

Yanlış kanıyı yok et,

Kötülüğü de ortadan kaldırmış olursun.

                                                        EPİKTETOS.

 

                                          KAHPE BİZANS, NE KADAR KAHPEYDİ?

    

Yazıya böyle bir başlık atmamın nedeni gerek Türk filmlerinde Kara Murat’ın söylediği değimleşmiş hitap gerekse öğrenciler arasında yerleşmiş Bizans İmparatorluğu  antipatisidir.

Bilindiği gibi Bizans İmparatorluğu, Kavimler Göçü sonrası ikiye ayrılan Büyük Roma İmparatorluğunun doğu kanadını oluşturmuştur. Ve Anadolu toprakları da Bizans’ın egemenliği altına girmiştir. Bin yıldan fazla yaşayan Bizans İmparatorluğu  özellikle Türklerin bölgeye akınları sonucu Anadolu topraklarında sorunlar yaşamaya başlamıştır. Anadolu toprakları Bizans yönetimi tarafından gönderilen bir vali tarafından yönetilmekteydi. Büyük Selçuklu Devleti’nin ve kurulan beyliklerin fetih politikaları sonucu Bizans,Anadolu’daki hakimiyetini ve topraklarını kaybetmeye başlamış,kaybedilen toprakları kurtarma çabaları ise başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Nihayet  gerek iç sorunlar gerekse dış saldırılar sonucu gittikçe zayıflayan Bizans İmparatorluğu, 29 Mayıs 1453 günü Osmanlı Devleti’nin hükümdarı Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmiştir.

Bizans İmparatorluğu’nun çok kısa bir tarihinden sonra asıl konuya geçebiliriz artık. Türklerin Anadolu’ya 1015 yılından itibaren başlayan sistemli akınlarıyla Türk-Bizans ilişkileri gelişmeye başlamış ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla iki devlet birbirine komşu olmuştur. Komşuluk ilişkileri sırasında savaşların yanında barış dönemleri de yaşanmış hatta iki devlet arasında akrabalık ilişkileri geliştirilmiştir. Anadolu Selçuklu Devleti gerek ekonomik, gerek kültürel gerekse devlet teşkilatlanmasında Bizans İmparatorluğundan etkilenmiş  bu durum daha sonra kurulan Osmanlı Devletinde devam etmiştir.

Peki nereden geliyor bu Bizans’ın kahpeliği. Bilindiği Türk devlet yönetimi geleneğinde veraset sistemi uygulanıyordu. Yani sultan öldükten sonra ülke topraklarının kardeşler arasında paylaştırılması sistemi. Bizans İmparatorluğu gerek Selçuklu gerekse Osmanlı Devletinde çıkan taht kavgalarını desteklemiş ve sürekli yıpratma politikası gütmüştür. Bunun yanında diğer devletlerle ittifak girişimlerinde bulunmuş, böylece bizdeki söylemle kahpe Bizans ünvanını almıştır.

 

Madalyonun öbür yüzüne baktığımızda durum biraz daha farklı. Yukarıda Selçuklular ile Bizans arasında akrabalık ilişkileri geliştirildiğini belirtmiştim. Selçukluların zayıfladığı bir dönemde Danişmentoğulları Beyliği, Selçukluları egemenlik altına almış ve Şehzade Mesut’u esir almışlardır. Mesut esaretten kurtulur kurtulmaz Bizans’a sığınmış ve geri dönüşte birçok hediyeyle uğurlanmıştır. Bazı kaynaklarda Mesut’un ve kardeşi Şahin şah’ın Bizans İmparatorluğunun yeğeni olduğu ileri sürülmüştür. Yani zor durumda kalan yeğenler dayılarına sığınmışlardır.

İlginç Bir Mektup: Kösedağ Savaşı öncesi Anadolu Selçuklu sultanı Keyhüsrev Fransa’ya gönderdiği 5 Ağustos 1243 tarihli  mektupta bakın neler diyor:

"İttifak yapabilmemizin şartı Latin İmparatoru'nun kardeşi prenses Elizabet'in kızıyla evlenmemdir. Prenses, Konya'da kendi dininde tam bir hürriyete sahip olacak, sarayda kendisine bir ibadethane tahsis edilecektir. Zaten benim annem de (Mahperi Hatun) Hıristiyan olup babamın sağlığında sarayda din ve ibadet serbestisine sahip olarak yaşadı. Ayrıca bu evlilik gerçekleştiği takdirde Selçuklu topraklarında yaşamakta olan Hıristiyanların Roma kilisesine bağlanmasını sağlayacağım..."

[1]

 

Keyhüsrev’in babası Selçuklu Devleti’ne en iyi dönemini yaşatan Alaeddin Keykubat’tır.

 

Son Not: Osmanlı Devleti’nin  Rumeli’deki ilk toprak parçası Çimpe Kalesi’dir. Osmanlı Devleti bu kaleyi Bizans’ta çıkan taht kavgasında Kantakuzenos’u destekleyerek elde etmiştir.

 

Sahi Bizans kahpe oluyor da, güzelleri neden asil oluyor?       



[1] Avni Özgürel; Radikal gazetesi 04.12.2005

YEMEN TÜRKÜSÜ VE CEPHESİ

Osmanlı Devleti’nin I. Dünya savaşında savaştığı cephelerden biriydi Yemen. Ardında acılar bırakan ve uğruna türküler yakılan cephe. Çanakkale ve Kafkas cephelerinin gölgesinde kalan sessiz bir çığlık, Osmanlı devletinin meçhul askeri. Arap çöllerinde yitirilen hayallerin mezarı…

Osmanlı Devleti ‘kutsal toprakları’ savunmak için yaklaşık olarak 2000 askerini buraya göndermiştir. Osmanlı devletinin içinde bulunduğu  maddi yetersizlikler, bölgenin iyi tanınmaması ve ayrıca bölgedeki kabilelerin İtilaf devletleriyle işbirliği yapması; bölgeye giden askerlerin birçoğunun geri dönmemesine neden olmuştur.

Yemen, imam ünvanlı üç şeyh tarafından yönetilmekteydi. Şeyhlerden en güçlüsü İmam Yahya denilen şeyhti. İmam Yahya ve diğer iki şeyh Osmanlı devletinden para sızdırıyor bunun yanında İngilizlerle de gizli antlaşmalar yapmaktaydılar. En sonunda İngilizlerin bağımsızlık vaadine karşı Osmanlı devletine karşı savaşa girmişlerdir. Şeyh Yahya kendini halifeden de  üstün görmeye başlamış hatta Osmanlı devletine karşı İslam dünyasına cihat çağrısında bulunmuştur. Yemen cephesi en uzun süren savaşlardan biri olmuş ve Osmanlı ordusu bölgeden bir türlü yakayı kurtaramamıştır. Araplar açık bir çatışmadan kaçınmış gerilla taktiğiyle daha çok Osmanlı devletine saldırmışlardır. Erzak depolarını yağmalamış, su depolarını tahrip etmişlerdir. Develerle gönderilen silahlar ve savaş malzemelerini çalmış ve daha sonra çok büyük paralar karşılığında oradaki Osmanlı  birliklerine satmışlardır. İşin garip yanı hem Osmanlı devleti hem de Araplar cihat ilan etmiş ve birbirleriyle savaşmışlardır. Bu mücadelenin galibi hiç olmadı. Osmanlı Devleti kısa bir süre sonra yıkılmış,Arap toplumları da uzun bir süre itilaf devletlerinin sömürgesi altında yaşamak zorunda kalmışlardır.

 Sonuçta 1918 yılında Osmanlı  kuvvetleri Yemen’i terk edip yönetimi İmam Yahya’ya devretmişlerdir. Geriye acıyı unutturmayan türkünün sözleri  kalmıştır. Giden gelmiyor,acep nedendir;Yemen’e gidene ağlıyor kızlar…

 

Yemen Türküsü
Havada bulut yok, bu ne dumandır?.
Mahlede ölüm yok bu ne şivandır?
Şu Yemen illeri ne de yamandır?
Ah o Yemen'dir, gülü dikendir,
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Burası Huş'tur, yolu yokuştur,
Giden gelmiyor, acep ne iştir?
-----------------------------------
Kışlanın önünde redif sesi var,
Bakın çantasında acep nesi var?
Bir çift kundurası bir de fesi var,
Ah o Yemen'dir, gülü dikendir,
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Burası Huş'tur, yolu yokuştur,
Giden gelmiyor, acep ne iştir?
--------------------------------------
Kışlanın önünde geziyor kazlar,
Elim, kolum ağrır, yürgeğim sızlar,
Yemen'e gidene ağlıyor kızlar
Ah o Yemen'dir, gülü dikendir,
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Burası Huş'tur, yolu yokuştur,
Giden gelmiyor, acep ne iştir?
-----------------------------------
Kışlanın önünde bir binek taşı,
Yoklama yapıyor bizim binbaşı,
Sefere giderler çavuş, onbaşı,
Ah o Yemen'dir, gülü dikendir,
Giden gelmiyor, acep nedendir?
Burası Huş'tur, yolu yokuştur,
Giden gelmiyor, acep ne iştir?


Tarihteki Büyük Aşklar

Tarihi sadece büyük savaşlar, felaketler ya da kahramanlıklar olarak hatırlıyoruz maalesef. Bu yazıda tarihin tozlu raflarında yerini alan aşklardan konuşacağız. Ne de olsa tarih biliminin ana konusu insandır. Ve nerede bir insan varsa orada da bir aşk vardır. Her aşk büyüktür bence. Ama bazı aşklar vardır ki onlar iz bırakmıştır.

İşte bu aşklardan bazıları;

 

Cleopatra- Sezar-Marcus Antonius:

"Sesi, istediği her titreşimi çıkarıp, istediği her dili kullanabildiği çok telli bir müzik aleti gibiydi"... böyle diyor Romalı ünlü tarihçi Plutarkhos. Sezar'ın, Roma'nın en güçlü adamının aşkını kazandı ve ona hayatı boyunca sahip olduğu tek oğulu verdi. Fakat Sezar katledilince, cesur Marküs Antonius'u tanıdı. Antonius'la büyük aşkını yaşadı. Romalılar Kleopatra'nın yine bir komutanı kendisine aşık etmesine tahammül edemediler. Onların aşkını kabul etmediler. Aşıklar Oktavius'un ordularının önünden İskenderiye'ye kadar kaçtı. Burada ilk önce yakalanacağını anlayan Antonius sevgilisine veda ederek intihar etti. Ardından kölesinin getirdiği incir dolu sepette saklı zehirli yılanı göğsüne bastırarak Kleopatra intihar eder. Bu, trajik aşk pek çok filme ve edebiyat eserlerine konu olmuştur.

 

Abelard-Heloise:

Abelard döneminin 'radikal' filozofu, Heloise de onun güzeller güzeli öğrencisi. Birbirlerini gördükleri anda aşık olmuşlardır. Heloise soylu bir ailenin kızıdır ve vasisi olan  güçlü yönetici dayısı bu aşka asla onay vermez. Gizlice evlenirler. Bir çocukları olur. Fakat Heloise'in dayısı bunu duyduğu an Abelard'ı hadım ettirir ve ikisi de ayrı ayrı birer küçük manastıra sığınırlar. Geride yürek burkan mektuplar kalır.

 

Ben böyle seviyorum işte. Zarafetini,gaddarlığını. Olduğun şairi, olmadığın erkeği seviyorum. Bir zamanlar çocuk olduğun ve bir gün ceset olacağın için seviyorum. Heloise.

 

Tanrı beni bir şair, bir filozof olarak değil, bir sevgili, senin sevgilin olarak hatırlayacak… Abelard.

  

 

Kafka-Milena:

Dünyanın en masum aşklarından biri Kafka ile Milena aşkıdır. Birbirlerini görmeden dostça başlayan mektuplar kısa bir süre sonra tutkulu sevgiye dönüşür. Üç yıl süren bu mektuplaşmalarda iki ya da üç kez buluşurlar. Kafka nişanlı, Milena ise evli ve mutsuzdur, ikisi de yahudidir. . Ne var ki bu büyük gönül serüveni, hep platonik olarak kalmıştır. O ürkünç yılların labirentlerinde; yahudi olmaları yüzünden, nazilerce yargısız olarak mahkûm edilmiş olmanın o dayanılmaz yılgınlığını yaşamışlardır her ikisi de. Milena sonradan kocasından ayrılır, Hitler döneminde, yahudi dostu diye toplama kampında özgürlüğüne kavuşamadan ölürken, Kafka'da hastalığını yenemeyip olgunluk döneminde ölmüştür. Geriye Kafka’nın mektupları kalmıştır.

 

'...Milena, Milena, Milena... adından başka şey yazamıyorum... Yazmalıyım ama! Bugün şaşkınım, yorgunum ve sensizim Milena. Nasıl bitik olmayayım?'

 

Kral Edward - Wallis Simpson:

Unutulmayan aşklardan biri de İngiltere'de Kral Edward ve uğruna tahtı bıraktığı Amerikalı Wallis Simpson'ın aşkıdır. Prens Edward Vallis Simpon'u tanır tanımaz onun büyüsüne kapılmıştı. Kısa bir süre sonra birbirlerine aşık olduklarını anladılar. 1936'da İngiltere'de Kral 5. George öldü. 42 yaşındaki varisi 8. Edward adıyla tahta çıktı. Wallis ise sevdiği adamla evlenebilmek için Haziran 1936'da boşanma davası açtı. Ancak iki kere boşanmış bir Amerikalı kadınla, bir yabancıyla, bir kralın evlenmesine İngiliz yasaları, kiliseleri ve gelenekleri izin vermezdi. Evlenmesinin mümkün olmadığını bilen 8. Edward, aynı yılın 10 Aralık günü, sevgilisi Amerikalı dul Wallis Simpson ile evlenebilmek için tacından, tahtından vazgeçmeye karar verdi. Kral Edward, Amerikalı Wallis Simpson ile evlenmek için tahttan indiğini 1936 yılının Aralık ayında radyodan duyurduğu zaman herkes şok olmuştu. Kral Edward aşkı uğruna tahtını kardeşine bırakıyordu. Ve yalnızca 325 gün krallık yapmıştı. Ve altı ay sonra, 3 Haziran 1937'de, Avrupa'nın romantik gençlerinin göz yaşları arasında, Edward ve Wallis Fransa'da Conde Şatosu'nda evlendiler.

 

Rosenbergler:

Bu aşk hikayesi Amerika'da McCarthy dönemine ait. Sovyet casusu oldukları iddiasıyla yargılanan Ethel ve Julius Rosenberg tüm suçlamaları ret etmiş ve nihayetinde idama mahkum edilmişlerdir. Masum oldukları ise elli yıl sonra anlaşılmıştır. Geride  ayrı ayrı hücrelerden birbirlerine yazdıkları mektuplar, bütün dillere çevrilerek bu aşkın ölümsüzlüğüne tanıklık eden mektuplar kaldı.

 

Benim canım sevgilim, Beni saran kollarından koparken ne kadar isteksizdim ahh.. Ve hücreme yaklaşırken adımlarım nasıl geri geri gidiyordu bilsen... Hücre- sessiz, acımasız ve umursamaz tavırlı, sahibinin gidişinin farkında değilmiş gibi görünen ama sonunda döneceğini bilerek böbürlenen hücre, orada beni bekliyordu…

 

Ahh, Monsieur, Je t'aime, Je t'adore. Büyük yalnızlık duyan karın Ethel.

 

Nazım – Piraye:

Nazım’ın en uzun süre evli kaldığı kadındır Piraye. Genç kadın eşinden henüz boşandığı sırada Nazım ile tanışmıştır. Evliliklerinden sonra Nazım uzun süre cezaevinde kalmıştır. Nazım’ın 1933 den 1950 ye kadar 17 yıl boyunca kendisine yazdığı mektupları, Piraye bir tahta bavulda sakladı.

 

Seni düşünmek güzel şey

 

ümitli şey

 

dünyanın en güzel sesinden en güzel

 

şarkıyı dinlemek gibi bir şey.

 

Fakat artık ümit yetmiyor bana,

 

ben artık şarkı dinlemek değil

 

şarkı söylemek istiyorum...

 

      Nazım Hikmet                     1945

 

Bulutlar geçiyor: haberlerle yüklü, ağır.

 

Buruşuyor hâlâ gelmeyen mektup avucumda.

 

Yürek kirpiklerin ucunda uzayıp giden toprak uğurlanır.

 

Benim bağırasım gelir: -"Pîrâye, Pîrâye!.." diye

Nazım Hikmet      1945

İTTİHAT  TERAKKİ  ve

 

II. MEŞRUTİYET

 1908 Şubat’ının başlarında, Selanik Hukuk Mektebi öğrencilerinden bir genç, Manastır’daki akrabasına okulda bazı arkadaşlarının kendisini gizli bir cemiyete üye olmaya çağırdığını yazıyordu***. İşte bu mektuptan sonra İttihat ve Terakki cemiyetinin gizliliği bitmiş ve olayı soruşturmakla Nazım Bey görevlendirilmiştir.  Soruşturma sonucunda birkaç öğrenci tutuklanmışsa da daha sonra onlar da serbest bırakılmıştır. Aynı yılın Mayıs ayında cemiyetin büyük devletlere gönderdiği bildiri ciddiye alınmasa da cemiyet artık resmen ortaya çıkmıştı. Cemiyetin nasıl örgütlendiğinden çok meşrutiyetin ilan edilmesine etkisinden bahsedeceğiz.

 İngiltere ve Rusya arasında meydana gelen Reval görüşmeleri cemiyeti harekete geçirmiş ve meşrutiyetin gerekliliği ısrarla savunulmuştur. Temmuz ayında Kolağası Resneli Niyazi Bey Makedonya’da büyük bir isyan başlatmıştır.*Niyazi Bey daha sonra cemiyet tarafından kahraman ilan edilmiş,ismi bir gemiye verilmiş ve cemiyet Niyazi Bey’i propaganda aracı olarak kullanmıştır*. Niyazi Bey’in başlattığı isyan gittikçe büyümüş ve o dönem Osmanlı tahtında bulunan II. Abdülhamit çok istemese de, 24 Temmuz 1908’de meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmıştır.

Şunu da belirtmek gerekirki İttihat ve Terakki cemiyeti zaten bir gün önce Makedonya ve çevresinde meşrutiyeti ilan etmişti. Bu durum cemiyetin Balkanlarda ne kadar güçlü olduğunun ve başarıyla örgütlendiğinin de bir göstergesidir.

Cemiyet meşrutiyetin ilanından sonra ülkeyi açık olmasa da uzaktan yönetmeye başlamışlardır. 31 Mart Olayı olarak tarihe geçen isyanın sonucunda padişah II. Abdülhamit’i tahttan indirecek kadar güçlenmişlerdir.  Daha sonra  Babı Ali Baskını ile yönetimi tamamen ele geçirmiş ve ülkeyi açıktan açığa yönetmeye başlamışlardır.

            İttihat ve Terakki XX.yüzyılın –Türk Tarihi açısından- ilk çeyreğine damgasını vurmuş bir cemiyet-partidir.  II. Abdülhamit’in isdibdatını yıkabilmiş ama arkalarında darbeler,  baskınlar, bir türlü açıklayamadıkları cinayetler, I. Dünya Savaşı ve Turancılık düşüncesini bırakmışlardır.

 ***AHMAD;Faroz, İttihat ve Terakki       s.15



 


 
 
  toplam 3 ziyaretçi (4 klik) siteyi ziiyaret etti!  
 
GÖZLERİNE BİR BAKABİLSEM... Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol